• ANLIK KONUM Garmin inReach

  • 13 Kasım 2012

İki dost, iki sene aradan sonra tekrar birlikte pedallar

İki dost, iki sene aradan sonra tekrar birlikte pedallar

İki dost, iki sene aradan sonra tekrar birlikte pedallar 300 169 Gürkan Genç

BULGARİSTAN ROTASI

Nathan karar verdi.

–   Gürkan ben Bulgaristan’ın kuzeyini , Romaya, Moldovya ve Ukrayna’ya kadar senle geleceğim sonrasına bakarız.

–   Ben de yola tek başıma çıktım diye seviniyordum.

–   İstersen gelmiiim.

–   Senin tarzını bildiğimden dolayı zaten ikimiz de yalnız geziyormuş gibi devam ederiz yolumuza. Sevinirim eşlik etmene.

Sanırım bu habere en çok annem sevinecek. “Yazık yazık çocuk aç bitap açıkta nerelerde geziyor” Al bak Nathan da geliyor şimdi. Nathan gibi dünyayı dolaşmış profesyonel bir turcunun doğu Avrupa’nın en soğuk olduğu bölgelerde bana 3 ülkede eşlik etmesi mutluluk verici bir olay. Tecrübelerinden çok faydalanacağım. Bu arada Angelina ”Ben de sınıra kadar gelmek istiyorum.” diyince hayır demedik.

Velingrad’da kaldığımız süre içinde bisikletleri otelde bırakıp 3 saatlik bir tren yolculuğu yaptık. Tren Yokoruda, Belitsa, Bansko’dan geçip Kresna’ya vardı. Bu bölgede Pomaklar yaşıyor. Şimdi Pomak nedir? Bulgar olup Müslümanlığı seçenlere Pomak denir. Bu saydığım şehirde gezenler eğer daha önce Karadeniz kıyılarımızı gezdilerse aynı manzaralarla karşılaşacak, tek bir farkla; şehirler yapılaşmaya giderken yeşilliği korumuşlar. İnsanlarının giyim kuşamı da aha bizim oralarla aynı, hiç fark yok. Bir ülke bu kadar mı yeşil olur arkadaş? Ülkeye girdiğimizden beri her yer yeşil. Sonbahar olduğundan dolayı da renkler inanılmaz. Hani bizde çok sık yapılır; her taraf yeşil gözüksün diye kavak ağacını dikerler, çok hızlı büyüyor ya. Dikkat ettim de bir tane kavak ağacı yok. Meşeler çam ağaçları şehirlerin içleri bile böyle. Otelde kaldığımız sırada haber izlemek için televizyonu her açtığımız zaman Ağaoğlu’nun İstanbul 1453 projesi karşıma çıktı. Benim hayalim diyorsun. Kimi kandırıyorsun Ali Abi? Senin öyle bir hayalin olamaz. Sen köyde büyümüş adamsın, sen özünden kopamazsın. O hayal şehirde büyümüş, sistemin içinden gelen gençlerin hayali. Ee senin de cebini dolduracak. O gençlerin büyük şehirlerden başka yerleri gezmeye görmeye fırsatları olmadı. Gencin biri de senin karşına ahanda böyle hapishane hayatı gibi yaşam sürebileceğin merkezler yaratır karşına çıkartır. Her şey bir aradaymış. Ormanın yanıymış. Ali Abi, o alanı yapmak için kaç ağaç gidiyor daa? Sen ondan haber ver. Ee, o halde sen de artık fırsat buldukça yayladaki kudretli ağaçların gölgesinde kalan evinde sessizlik içinde kafanı dinlemek yerine oraya ormanda at koşturmaya, kafa dinlemeye gidersin. Sana şu dakikadan sonra ben ne desem boş. : )

Pirin Dağı’na 3000 metreye yürüyüş gayet keyifliydi. Bazı arkadaşlar bisikletle tırmandığımı düşünmüşlerdi. Avrupa’da bisikletle çıkacağım en yüksek araç geçiş noktasını dünya turu rotamda yazmıştım. Belki daha da yüksek bir yer bulurum. Fakat o zaman bisikletli bir foto da ilişikte olur. 😀 Öyle kuru kuruya şuradayım buradayım demem. İspanya’da bir nokta var. Yolun olduğu 3600 metrede fakat geldiğin yoldan geri iniyorsun. Benim en nefret ettiğim olaydır geldiğim yoldan geri dönmek. Bu yüzden sadece dünyanın en yüksek araç geçiş noktalarını geçiyorum. Bir taraftan tırman, diğer taraftan in. Mis! Bu arada Pirin Dağı’nda enteresan bir aile ile tanıştık. Çocukları ile birlikte karavanla yolculuk ediyorlar. Enteresan yanı ise 2 yaşından tutun 15 yaşına kadar tam 6 çocukları var. Ee, eğitimleri diye sorunca arabada ders çalıştıklarını söylediler. Babaları da zaten öğretmenmiş. 6 ay çalışıp para biriktirip sonrasında dünyayı geziyorlarmış. Vay be :D.. (şu sıralar Türkiye’de geziyorlar)

Yürüyüş olayı bana göre değil. Özellikle böyle tepelere zirvelere çıkmak falan, 4000 metrelere kadar bisikletle çıkmış haftalarca oralarda pedallamış biri olarak 3000 metreye yürüyerek çıkmak ve sadece bir yazının önünde fotoğraf çekip dağların sıralanışını ve manzarayı seyretmek bana göre değil. Yürüyerek daha yükseklere çıkan birine de saygı duyarım. Benim tembelliğime verelim. Çin’de yeni bulduğum 6060 metredeki araç geçiş noktası da aklıma gelince. : ) (ulan nasıl tırmanacaksın oraya yeme bizi denmesin, Çinli iki bisikletli arkadaşım gideceğim yolu gayet güzel bir şekilde geçmişler biraz dötleri donmuş o kadar. Eh olacak o kadar. Onlar geçtiyse ben de geçerim ben o yolu. Yerim yerim!)  Farklı kas gruplarının çalışması da bir sonraki gün yapacağımız bisiklet yolculuğunu da biraz zorladı. Netice olarak ben yürüyüş ve tırmanışı sevmeyen biriyim.

Velingrad – Sofya yolculuğu Angelina’nın bizi yarım gün çıkardığı yokuştan aşağı inerek başladı. Tam tamına 24.7 km yokuş aşağı indik. Ve artık kış başladı. Üstümde windstoper var. Fakat soğuk havayı hissedebiliyorum. Parmaklar da yanmaya başladı. Vuhuuu Japonya’yada ne çığlık atmıştım. Günlerce yağmurda pedalladım. Her şey ıslak, hava -10 derece, sabah çantaları çıplak elle bağlamışım. Yağmur yağıyor. Sonrasında 10km kadar yokuştan indim. Yokuş sonunda parmaklarımın acısından çok sağlam bağırdığımı hatırlıyorum. Hiçbir zaman unutmayacağım o acıyı. O gün aldığım ders bu turda hep aklımda olacak.  Ayça’ya söyleyecektim fakat onun da bu turda kendi derslerini çıkarmasını istedim. Mesela tırmanış yaparken hava 0 derece olduğunda üstünde sadece tshirt ile elinde kısa normal bisiklet eldiveni, altında da şort olmalı. Türkiye – Japonya turu sırasında bu giyim kuşam konusunda çok fazla konuşmuştum. Eğer bu şekilde 24.7 km tırmanış yapmaz da hava çok soğuk diye lahana gibi tırmanırsanız. İneceğiniz yokuşu buz gibi havada terli iner, sonraki günlerde çadırda bol bol  dinlenirsiniz. Ee hasta olmamak mümkün değil. Zirveye vardığınızda üstünüzdekiler terden ıslandıysa hemen çantalardan kuru bir şeyler çıkartıp değiştirmek en iyisi.

Ben o yükle tabi eğimli tırmanışta zirveye ter içinde geldim. Kimse umrumda değil, geçen arabalar, yol arkadaşlarım. Üstümde azıcık ter olsa da ben soyunurum. Angelina:

–          Gürkan striptiz mi yapıyorsun ha?

–          Yihaa!  : )

Terli terli o yokuştan aşağı inmem. The North Face’in montunu da bir çektim, hadi bakalım şimdi aşağı inelim. İlk kilometrelerde Ayça önce parmaklarını hissetmedi sonrasında soğuk tüm bedenini kapladı. Dediğim gibi az da terli olunsa zirvelerden aşağı soğuk havalarda inerken mutlaka kıyafetimi değiştiririm. Bu yolculukta hasta olmamam lazım. En azından riskleri en aza indirmeliyim.

Bulgaristan’da hemen hemen her küçük kasabada restoran ve market bulmak mümkün bu yüzden Bulgaristan’da bisiklet ile gezecekseniz yanınızda yemek taşımanıza gerek yok. Dağlık alanların civarında bulunan köylerde veya yerleşim yerlerinde mutlaka çeşme bulunuyor. Bu suları hem yemekte hem içme suyu olarak kullandık. Gayet iyiler.

(Bu yüzyılda savaş çıkaran ve çıkartmaya çalışanlara tüm insanlara bir adet namlu)

Sofya’ya varmadan önceki akşam kamp atılacak. Öyle bir kasabaya geldik ki kasabanın merkezinde bir jet, bir tane de tank duruyor. Angelina’ya bu şehrin özelliği ne diye sorduğumda “Hiç!” cevabı geldi. Ne demek yahu hiç. Ee tank ve uçak niye var? Alıp öyle koymuşlar işte cevabı geldi. İlginç adamlar, öyle kasabanın ortasına tank yerleştirmişler değişiklik olsun diye.

Yol üzerinde bulduğum yere kamp atarım. Kamp için özellikle bir yere gitmem. Eğer gideceğim yerde bir tarihi eser veya özel bir durum varsa o halde yolu değiştiririm. Girdiğimiz kasabada hazır nehir de var o halde nehrin yakınlarına kamp atalım olduk fakat nehir farklı bir yolun devamında. Biraz gittik kamp atacak yer yok. Gps’den bir baktım, yol bizi nehirden de uzaklaştırıyor. Angelina halktan birileri ile görüştü ve 100 metre sonra bir yer olduğunu öğrendik. O alana bir geldik adam 500 metre ilerde kamp atılacak yer var dedi. Pööfffff!

Çıkılan yol berbat ötesi. Bisiklet de aşağıdaki marketten aldığımız yemeklerle birlikte olmuş 70 kilo. Ve bu bisikletle bu boktan yolu çıkmak istemiyorum yahu. Ayça bisikletten inip iteklemeye başladı. Angelina da aynı şekilde. Hum deneyelim bakalım 70 kilo ile bu ufak kaya parçalarının üstünde gidebilecek miyim görelim. İlk deneme başarısız, durdum. İkinci deneme: Ha siktir düşüyordum, spd kullanma. Üçüncü deneme: Hum ön taraf bu yükle bile havaya kalkıyor. Dördüncü deneme: Ben bu yokuşu çıkarım. Yerim yerim.. Hadiiiiiiiiiiiiiiiiiii. Kadans kadans hızlı hızlı! Hehe çıkarım dediysem çıkarım, evet kamp yerine kadar tırmanmayı başardım.

–          Gürkan bir ara fotoğrafını çekmeyi düşündüm bisikleti iteklediğin bir anı yakalamayı çok istiyordum ama burnundan soluduğunu görünce ve o yükle çıkmaya başladığını. Sana diyecek söz bulamıyorum. Şapka olsa çıkartacağım.

Kamp yeri gayet güzel. Su var, tuvalet için gidilebilecek ormanlık alan da mevcut. Böyle yerlerde kamp atmak keyifli oluyor. Kamp atmanın en büyük sıkıntılarından biri (benim için değil artık) tuvalet mevzusu. Çişim geldiğinde fermuarı açıp kapının önüne işeyen biri olduğumdan veya her bulduğum ağacın altına büyük tuvaletimi yapabildiğimden dolayı rahattım bu konularda. Fakat aynı rahatlık Ayça için söz konusu değil.

Ertesi sabah biraz geç pedallamaya başladık. Sabah kalktıktan sonra ayakları uzatıp 30 dakikada çay içen, 30 dakikada çadır toplayan biri değilim. Hatta ne çay ne de kahve içen biriyim. Bir önceki turda Terry bana sürekli soruyordu. Çay içer misin? Hayır. Kahve içer misin? Hayır. Baktı ki ben haftalardır hayır diyorum sonunda “Gürkan sen Türk olamazsın.” diyip noktayı koymuştu.

Nathan ve Angelina’nın dikkatini çekmiş olmalı ki ikisi de nasıl bu kadar hızlı toparlandığımızı sordu. Çadırın içinde neyi nereye koyduğum, sabah hangi sıra ile toparlanacağına kadar bellidir. Hızlı toparlanıp gezebildiğim kadar yer gezmek istediğimden dolayı böyle. Zaten günler kısa, gün ışığı az. Sabah erkenden bir tırmanış daha! Of of bu çok iyidi işte ve ve artık Ayça önde gidiyor. Üstelik yükleri de takılı. Zirveye hepimizden önce varıyor. (yüklerinde biraz azalma olsa da çok iyiydi)

Allahım çok şükür vardık fotoğrafım (hahahahaha)

Gün içinde birkaç mola verdikten sonra Sofya’ya ulaşmayı başarıyoruz. Evet muhteşem bir 15 günün sonunda bol sohbet, eğlence, biraz yorgunlukla o Sofya yazısının önüne geçilip artık güzel bir foto çekelim. Hehehe!

Türk Büyükelçiliği’nden Fatma Hanım ile Bulgaristan’a girdiğim günden beri iletişim halindeyiz. Kendisi Sofya’daki konaklamam konusunda bana yardımcı olup ülkede yaşanacak olumsuz bir durum karşında sürekli irtibatta kaldı. Buradan bir defa daha kendisine sevgilerimi yolluyorum. Bu arada Mustafa Kemal Atatürk Bulgaristan’a askeri ateşe olarak geldiği zamanki görev yaptığı yer şu an Türk Büyük Elçiliği olarak kullanılıyor. Angelina ile olan sohbetlerimizi sırasında kendisinin bir arkadaşının büyükannesinin Atatürk’ün sevgilisi olduğunu söylediğinde çok şaşırdım. Hatta Angelina bile kendisini o kadar iyi biliyor ki “Geçmiş liderler arasında en şık giyinen ve en yakışıklı lider.” demesi beni daha da şaşırttı.

Sofya’ya vardık. Eh şimdi Ayça ile birlikte Sofya’yı keşfetme zamanı. Kaldığımız otelin hemen yakınında bulunan Bulgar restoranını öve öve bitiremediler, biz de gittik. Ülkeye nazaran fazla bir fatura ödeyip, yediğimiz yemekleri de beğenmeyip orayı terk ettik. Gidip kendin nerenin yemeği iyi kendin keşfedeceksin arkadaş, şu ünlü bu ünlü falan olmuyor bak döte kaçtı kaç Leva.

Şehirde bisiklet yolu var, tramvay var, elektrikli otobüs var, göz kirliliği yapan üst geçitler yok. Hatta adamlar trafik lambası bile koymamışlar. Yaya geçidine yaya geldiğinde bütün arabalar duruyor. Alt geçitlerde bisiklet ve bebek arabalarının çıkarılması için özel alanlar var. Yahu var oğlu var. De bu şehir Avrupa’nın en iyi başkent ödülünü alamamış. Len bizim Ankara bu ödülü ne halt etmeye aldı arkadaş? Veya neden aldı, nasıl aldı? Hiç anlamadım. Birileri o Kızılay meydanında duran ödülün altında yazan kurumun açık adresini bana bulup yollasın yol üstündeyse gidip bakacağım. Adamlarla konuşacağım bizim belediye başkanından haberleri var mı?

Elçiliğimizin düzenlediği 29 Ekim kutlamalarına da katılma fırsatımda oldu. Resepsiyona tek başıma katıldım ve biraz da erken çıktım. Ayça’yı uğurlamak zorundaydım. Türkiye’den Bulgaristan’a gelince tabii pek bir etkisi olmuyor insanlar üzerinde. Bir önceki turda hatırlarsanız bisikleti Gürcistan elçiliğine almamışlardı. Neyse ki dünya turunun ilk ülkesinde öyle olmadı. Ama kalkıp Çin’e giderseniz o zamanki Çin elçimiz Murat Abi sizi yemeğe davet eder. Moğolistan elçimiz Asım Abi adınıza davetiye bastırıp elçiliğe yemeğe davet eder. O da yetmez, ailesi ile dışarıda misafir eder. Ee Japon elçimiz de makam arabasını verir, şehri öyle gezersiniz. : ) Süreci hep birlikte göreceğiz. Bakalım Portekiz elçiliğimizde neler olacak.

Sofya’da tarihi turistlik yerleri gezerken gittiğimiz arkeoloji müzesi dikkatimi çekti. Camiyi arkeoloji müzesine çevirmişler. İç tarafından baktığınızda kubbelerde bulunan motifleri göremiyorsunuz çünkü boya ile kapatılmış. Hemen müze müdürünü Angelina ile bulup öğreniyorum olay nedir? Bir depremde caminin minaresi yıkılmış ve kominizm döneminde caminin içinde bulunan süslemeler sıva ile kapatılmış. Caminin Mimar Sinan tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Müze müdürlüğünün bütçesi olmadığından o yazıları tekrar gün yüzüne çıkartamıyorlar. Halbuki o motiflerle bu mekanın atmosferinin inanılmaz değişeceğini, belki de daha çok ziyaretçi çekeceğini de dile getiriyor. Bu arada müzenin restorasyonuna da Alman ve Japon firmalar destek olmuş. : )

Şehirdeki en güzel bisiklet dükkanı Drag Store. Kaliteli ve güzel malzemeler bulunduğunu söyleyebilirim. Türkiye’deki fiyatlarla karşılaştırdığımda hemen hemen aynı fiyatlara denk geldiğini görmek şaşırttı. Belki bu dükkan şehirde tek olmanın avantajını kullanıyordu.

Angelina Sofya’da bulunduğumuz süre içinde Nathan ve benim Bulgarlara bir sunum yapabilmemiz amacı ile Sasho adlı arkadaşının mekanını ayarladı. Adamla tanışmaya gittik. Sohbet sırasında Japonya’ya gittiğimi bir söyledim; “Ben seni seni biliyorum. Caner adında İspanya’da bisiklet ile gezen bir arkadaşın vardı senin. Senden bahsetmişti bana!” Yok artık. Lan bizim Caner! Trabzon’da Cihad’ın evinde tanıştığım, sonrasında bize heves edip peşimize takılan, aylar sonra da kendi yolculuğuna çıkan Caner. Şu an Nevşehir civarlarında aşçılık eğitimi alıyor kendisi. Vay be aha dünyayı bir kere daha küçülttüm. Bu sanırım bu tarz yolculuklarda insanın başına hep geliyor. Bu işin hamurunda var anlaşıldı. Gezgin dediğin dünyayı küçültür.

Kırcaali’ye gidememiştim ama oralardan bana ceviz geldi. Ergin kardeşim beni Japonya seyahatinden beri takip ediyormuş. Sofya’da kaldığım otelde buluştuk sohbet ettik. “Abi sana memleketimden ceviz getirdim yolda enerji olsun.” dedi. Hakikaten de Sofya – Rusçuk arasında pedallamaktan yorulduğum bir nokta da o cevizleri tükettim.

Sofya’dan tam ayrılacağımız günde yağmur yağmaya başladı. Angelina:

–          Gürkan yağmur yağıyor, yola çıkacak mıyız?

Aslında bu soru hani çıkmasak olur mu anlamına gelen bir soru. Cevap ”Tabii ki de çıkıyoruz.” oldu. O kadar ekipmanı ben boşuna almadım. Her hava koşulunda gitmek için aldım. Şehrin içinden çıkmak için gps’i kullanıyoruz. Sağ sol güzey doğu derken. Pat önüme bir araba çıktı. Adam koşarak araçtan indi, önce İngilizce sonra Fransızca selam verip bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Ben yarım ağızla yok dedim fakat o sırada vites takımından gelen bir ses! Bakmak için sağ arka tarafa döndüm..

Of of olamaz. Dur bakiim. Hayda bagaj aşağı düşmüş. Dikkatli bakınca da bagajı tutan vidanın kırıldığını ve parçasının da bisiklet iskeletinin içinde kaldığı anlaşıldı. Yahu tam da yola çıkmıştık tüh. Nathan şöyle bir bakıp, ”Ben bunu yaparım fakat biraz zaman alır”dedi. Yöntemi bana da gösterdi, hakikaten bu yöntemle biraz zaman alır fakat sonrasında çıkarmayı başarırsın. Bu arada bizi durduran adam bisikletçi çıkmasın mı? Nasıl lan? Hastanın ayağına doktor gelir misali. Adam hiç uğraşmayın diyip hop bizi bir kaynakçıya götürdü, 2dkda yaptılar.

Bu arada ben Edirne’de bisikletten bagajın bu tarafına düşmüş bir kaç metre sürüklenmiştim.. : ) Bir kaç morluk ve çizikle olayı atlattık fakat bu alan da hasar görmüştü.

Angelina, Nathan ve benim 8 günlük pedallama macerama detaylı bir şekilde değinmeyeceğim. Tur tamamen Angelina’nın turuydu ve ben sadece yoruldum. 8 gün boyunca her gün toplamda 1500 metre tırmanıp 100km yol alıp çadırda konaklamak ne gezdiğim yerlerden keyif almamı sağladı ne de gezme isteği bıraktı. Hani bir an önce Rusçuk’a varalım da Romanya’ya geçeyim dedim. Gürkan çok yük taşıyorsun diyor. Yahu ben 15 gün veya iki aylık bir geziye çıkmadım ki. 7 yıldan bahsediyorum. Ki yolda ilerledikçe birçok şeyi de geride bıraktım. Yedek civatalar bile sayılı halde, her birinden iki adet var. Bisikletin toplan ağırlığını 52 kiloya kadar düşürdüm. (15kg bisiklet, 35kg çantalar, 2kg bisiklet üstündekiler) Şu anda fazlalık olarak gözüme batan tek şey var o da yanımda taşıdığım xt zincir. XTR zincirin ne kadar dayanacağını merak ediyorum. Şu anda 2000km devirmiş durumda ve bu yüklerle bu rampalarda gayet iyi. Çıkartıp atmak olmaz bir bakalım ne kadar dayanacak. 😀

 Neyse neticede Nathan ve Angalina ile çok güzel yerleri de gördük. Özellikle bir mağara ve bu mağaranın içinde rastladığım motifler beni çok şaşırttı. Bu motifleri veya işaretleri bir önceki turumda da araştırmış enteresan yerlerde rastlamıştım. Kullanan uygarlıkların benzerlikleri yaşam tarzları ve ne taraflardan göçtükleri de şaşırtmaya devam etmişti. Bir neticeye varırsam sizlerle paylaşırım. Mağaranın geçmişi 70.000 yıl önceye dayanıyor. O zamandan insanların yaşadığına dair bulgular mevcut. Derinliği 13km. Bir ucundan giriyorsun diğer ucundan çıkıyorsun fakat tehlikeli olduğundan kapatmışlar. Sadece bir noktaya kadar ilerleyebiliyorsun. Bu mağaraya gelebilmek için yeni yapılmış bir köprüyü geçmen lazım. Bu köprü Sylvester Stallone tarafından yaptırımlı. Ne alaka oluyor insan. Sonrasında aklıma geliyor, son filminde bir kaç sahne mağarada çekilmişti o mağara burası. Eh ulaşım çok zor oluyormuş, o da köprü yaptırmış. : )

Bulgaristan nasıl bir yer.. Öncelikle yeşiline hayran kaldım, tarım alanları dışında ağacın olmadığı boş bir alan görmedim. Topraklar çok verimli olduğundan üretilen sebze ve meyvenin tadı inanılmaz lezzetli. Çok fazla Müslüman yaşadığından restoranlarda domuz eti olayına dikkat ediyorlar. Ülkenin güneyinde bulunan köyler şehirler ile kuzeyinde bulunan köyler ve şehirler arasında her anlamda fark var. Sevdiğim şehirleri Velingrad, Sofya, Veliko Trinova.  Sofya diğer tüm şehirlere göre en pahalı olan yer. Sofya haricinde diğer tüm şehirlerde 2 veya 3 yıldız otel odalarını 30 Lari, hatta pazarlık yaparsanız 25 Lari’ye kadar düşürür, rahatlıkla kalabilirsiniz. Gençlere de sorsanız yaşlılara da ”Komünist sistem zamanı ülke daha iyi durumdayı.” cümlesini duyarsınız. Bir köyde karşılaştığım Türk çoban 90’larda çıkmış Bursa’ya gitmiş ama yapamamış, ülkeye geri dönmüş. ”Biz komünist sistemin insanlarıyız, Türkiye’de çalışmak çok zor.” dedi. Köylerdeki fakirlik göze çarpsa da hemen hemen her evin bacasından duman çıkıyor. Aç yok, açıkta olan yok. Sistem değiştiğinde köyde yaşayan insanlara tarlalar verilmiş. Fakat bu sefer de o insanlarda o tarlayı sürecek ne benzin parası ne de gerekli araçlar olmayınca iş tarla mafyasına kalmış. Tarlayı işleyip sürüyorlar, sahibine geçineceği aylık miktarı veriyor, kalanını alıyorlar.

Bu arada bir Bulgar ailenin evine misafir olduk. Bizi çok güzel ağırlayıp, yedirip içirip şehir çıkışına kadar da uğurladılar. Minik kızları ile her zaman olduğu gibi büyük aşk yaşadık. Oyundandı, bol bol gülücükler atıldı.

Hemen hemen her köyde Cipsi’lerle veya Çingenelerle karşılaşıyorsun. Hepsi Türkçe biliyor. İşlerine göre yeri geldiğinde Türküz diyorlarmış yeri geldiğinde Türk değiliz. Angelina’yı uğurlarken bizi gören gençler kendi aralarında konuşuyorlar:

–          Bak bak bu salak turistlerin parasını şimdi nasıl alacağım.

Tabii bu cümleyi yüksek sesle söyleyince benim tepkim de,

–          Şimdi senin gelir aklını bir alırım neye uğradığını şaşırırsın bebe, kime salak diyorsun?

–          Aaabii abii abii sen Türk müsün.. Ee paramız yok.

–          Siktir len zibidi. Elin ayağın tutuyor git çalış.

Durum böyle işte.

Bulgaristan’da gezdiğim şehirler arasında bisikletle alınmış mesafeler:  : )

Edirne Kapıkule – Svilengrad: 15KM

Svilengrad – Mezek – Harmanlı: 56KM

Kırcaali(Karagözler) – Asenovgrad: 61KM

Asenovgrad – Pazarcık: 66KM

Pazarcık – Velingrad: 50KM

Velingrad – Bayaman: 79KM

Bayaman – Sofya: 87KM

Sofya – Iskar nehri yakınlarında köy: 39KM

Iskar nehri – Roman: 100KM

Roman – Devetaşka Mağarası: 104KM

Devtakin – Domivirka: 55KM

Domivirka – Veliko Trinova: 40KM

Veliko Trikova – Bayan: 57KM

Bayan – Rusçuk: 78KM

Bulgaristan’da şehirlerdeki gezilerimle birlikte 963 kilometre yapıp ülkeden çıktım.

ŞİMDİ SIRADA ROMANYA VAR. Karpatlar bekle geliyorum….

Bir sonraki yazıyı okumak için lütfen buraya tıklayın 

https://www.gurkangenc.com/dunya-turu-yazi/dunyayi-gezmek/

Privacy Preferences

When you visit our website, it may store information through your browser from specific services, usually in the form of cookies. Here you can change your Privacy preferences. It is worth noting that blocking some types of cookies may impact your experience on our website and the services we are able to offer.

Click to enable/disable Google Analytics tracking code.
Click to enable/disable Google Fonts.
Click to enable/disable Google Maps.
Click to enable/disable video embeds.
Web sitemiz, esas olarak 3. taraf hizmetlerinden gelen çerezleri kullanmaktadır. Çerezleri kullanmamızı kabul etmelisiniz.